29 Eylül 2019 Pazar

Fragile Dreams

    Ben pes ettim.
Savaşmayacağım varlığıyla kötülüğün.
Hiçbir beklentim kalmadı şu küçücük hayatımdan. Büyüyüp duran şu dünya iki evren dolduruyor tek başına. Bir kum tanesi bile değilim hayatınızda. Okyanusun dibinden gelmiş ve dalgaların kıyıya kustuğu bir nesneyim artık.
Savaşmayacağım artık.
Bir daha inşa etmeyeceğimden, bu son yıkımıydı ömrümün. 

25 Eylül 2019 Çarşamba

Anlamsızlaşacak Birkaç Cümle

    Hiçbir zaman aldığın kadarını veremezsin ve verdiğin kadarını alamazsın insanlardan. Yaşadığın hayat eşit de değil adil de; çünkü sen de değilsin. En az herkes kadar bencilsin, bunu fark etmen herkesten uzun sürecek ama göreceksin. Aklına gelen ilk fikir her zaman "ben" diyor, üstünde ikinci defa düşünmediğin her karar bencilliğinin imzasını taşıyor.
    Kimse seni suçlamaz bencil olduğun için zira bencillik bazen iyidir. Odur seni insanlığın lanetinden koruyan, seni birey yapan; ancak fazlası da seni toplumdan alır ve günden güne bireyselleştirir. Kulağa geldiği kadar hoş değil bu, hepimiz kalın zincirlerle bağlıyız bu topluma. Ne kadar sert çekersen ayağını o kadar olasıdır bacağının kopacak olması ve sen zincirin şıngırtısından, bacağına yolladığı acı uyarılardan zevk alıyorsun. Bireyselliğin kaçınılmaz hazzıdır bu. Sonuçlarından bağımsızken dünyanın en tatlı meyvesidir o.
    İşte bu bencilliktir eşitlik ve adalet duygunu hırpalayan. Ya fazla yakınsın zincirlerin bağlı olduğu kayaya ya da fazla uzaksın ve uzaklaşmaya çalışıyorsun hâlâ. Ya bireyselliğin kölesisin ya toplumun. Ya eli açık olansın ya kapalı. Ortasını bulanların huzuruna erişemeyeceksin ve farkına bile varmayacaksın.
Ya kendi elinde eriyecek varlığın, ya da her gün gördüğün öbür kölelerin.

Yeraltından Notlar'ın İlk Cümlesi

Ben, içi öfkeyle dolu, hasta ve çekilmez bir adamım.

    Bir yılı aşkın süredir edindiğim ve henüz kimseye söylemediğim bir huyum var. Ne zaman Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar kitabını bir yerde görsem, kitabı açıp ilk cümlesini okumadan duramıyorum. Farklı yayınlardan basılmış, farklı çevirilerle dile getirilen bu cümle beni her zaman çok düşündürmüştür.

    Yazar bunun devamında bir karaciğer hastalığından bahsediyor olsa da ben bu cümlede -nedense- fiziksel sıkıntılardan doğan bir öfke ve çekilmezlikten, bir "hastalıktan" fazlasını buluyorum. Arkadaşımdan aldığım bir başka çevirisine de bakalım:

Ben mızmız, asabi, hastalık hastası, keçi gibi inatçı biriyim.

    Elbette onca basımda karşılaştırdığım şey çeviri kalitesi değil; cümlenin büyüsü. Belki de ilk cümlesi bu olmasaydı ben bu kitabı hiçbir zaman okumayacak, hiçbir zaman yarım bırakmayacak ve hiçbir zaman baştan başlayıp tekrar yarım bırakmayacaktım. Evet, beni ilk cümlesiyle bile bu kadar etkileyen Yeraltından Notlar'ı ben iki kere yarım bıraktım. Peki neden bu kadar etkilendim?

    Daha ilk satırdan yükselen yalnızlık ve melankoli kokusu bu cümleden çıkıyor da ondan. Hiçbir parfüm ve polen bu kokunun üstünü kapatamaz, Pan'ın keçi kokusundan bile güçlüdür yalnızlığın kokusu. Dostoyevski'nin mağarasının kokusu, yarattığı ve içinden çıkamadığı yeraltının kokusu burnumun direğini kırıyor. Bende yalnızlığın sözlük anlamı haline gelen bu cümleyi farklı insanların farklı yorumlarıyla okumak, cümlenin kokusunu daha da ağırlaştırıyor. Çünkü hangi çevirmenden okursam okuyayım bu cümledeki duygu yoğunluğu kelimeleri asla terk etmiyor. 

    Bir gün bu kitabı yeniden elime alacağımı ve bu sefer sonunu getireceğimi biliyorum. Beni korkutan da bu. Tek cümlede yaraya tuz etkisi yaratan, bir yılı aşkın süre cümle üzerinde düşünmemi sağlayan Dostoyevski'nin, "incecik" bir kitapta üstümde bırakacağı izden korkuyorum.


20 Eylül 2019 Cuma

İnsanlığın Ölümü

Öldün sen insanlık.
Uzun zaman önce sapladılar hançeri göğsüne ve yıllarca can çekişmeni izledim. Yaranı temizlerken ağladım seninle, kanına karıştı gözyaşlarım. Acımadan vurdular seni insanlık. Sen ne kadar yıprandıysan o kadar zarar gördüm ben. Sana inen her darbe ruhumdan bir parça kopardı. Bugün öldün sen insanlık. Yüzyıllarca değerini bilmemiş bencil yaratıklarız biz ve şimdi sensiz kaldık. "Yiyin birbirinizi!" dedin ve sonsuza dek yumdun gözlerini. 
Sanki küçücük şehirde bir bana zarar veriyor yokluğun. Herkes gülüp eğleniyor, kahkaha sesleri duyuyorum kaldırımlardan. Bugün bir cenaze eviyim ben ve gördüm ki merhumun başka seveni yokmuş. Merak etme insanlık, bir parçanı toprak ananın yüzüne bıraktım: Kokmaya başladı mı yokluğun farklı gözlerin yaşlarıyla sulanacaktır mezarın. 

15 Eylül 2019 Pazar

Toplumun Zincirleri

Sıyrıldığınızı düşündüğünüz her görüşe o kadar bağlısınız ki aynı o görüşün fanatikleri gibisiniz: Bağlılığınızın farkında değilsiniz.
Farklı olduğunuza kendinizi inandırdınız ve toplumun düşündüğü her şeyin tersini savundunuz, doğrularınızı buna göre ayarladınız. Oysa bu doğrular sizin için o kadar yanlıştı ki zaman geçtikçe onlara "inanmak" sizi mahvetti. Mutsuz oldunuz, çaresizleştiniz. O gururla kurduğunuz muhalif cümleleri bir bir yutmak zorunda kaldınız çünkü artık eskisi gibi değildiniz, kendinize ölene dek yalan söyleyemezdiniz ve sırf bu yalanlarınız yüzünden çevrenizdeki dürüstleri mahvettiniz. Size tutunan insanlar vardı hayatınızda, sizi gerçekten seven ve benimseyen insanlardı bunlar. Yalancı olduğunuz için değil, yalancı olduğunuzu kabullenemediğiniz için kanattınız bu insanları. Sizi olduğunuz gibi kabul etmelerine izin vermediniz ve acı çektiniz. Ait hissetmediğiniz ama kalın zincirlerle bağlı olduğunuz topluma sığınırken, elinizden tutan insanların elini kırdınız. Yalnız kalmamak uğruna yalnız bıraktınız, bencilce davrandınız.
İşte bu yüzden yalnızsınız ve yalnız kalacaksınız.

12 Eylül 2019 Perşembe

Kırk Altıncı'nın Kutusu

Ben, gerçek yüzünü basit bir kutuda saklayan basit bir insanım. Hiç tanışmadım benliğimle ve hiç görmediniz onu, ikinci Kırk Altıncı'yı kimsenin tanımadığına eminim. Onun yüzünden küçüklüğümden beri "yabancıyım" sizlere. Şimdi anlıyorum. Ne zaman gülsem titriyor ya dudaklarımın kenarı, direniyor gerçek kişiliğim, maskemi atmam için. Yapamam, bu riski alamam. Şu halimle bile insanlara oldukça yabancıyken gerçek Kırk Altıncı'yı çıkaramam. Kutudan sızan hain fısıltılar bile yetiyor günümü mahvetmeye, ben hiçbir zaman ben olamayacağım. Çünkü benim kendimi bulmam demek, hayatımı kaybetmem demektir. Şimdiden sırat köprüsünde yürür gibi yaşıyorum. Kutu açılırsa, ben düşmeden bir adım atamam.
Korkarak ve saklanarak yaşıyorum hayatı biliyorum. Nasıl cehennem gibi yakıyor yalnızlık içimi, nasıl kemiriyor ruhumu içten ve nasıl anlatırım bunu size? Şu halimle bile terk ediliyorum gün geçtikçe.

11 Eylül 2019 Çarşamba

Ritmini Yitirmiş Senfoni

Kulaklarıma dolan melodi gittikçe bozuluyor. Vaktinde duyup korktuğum ilk notalara dönmek için nelerimi vermezdim! Ölümün fısıltısını özleyeceğim aklıma gelmezdi, yaşamın şarkısıyla beraberim.
Dans ediyorum parmak ucumda, hayat nehri akarken bir taraftan, gözleri kapalı sallanıyor insanlar, ağırlıkları yokmuş gibi süzülüp duruyorlar, yüzlerine gülümseme görüyorum. Aynı melodiyi mi duyuyoruz acaba? Hiç sanmıyorum. Bak, bak şu genç oğlana! Nasıl hüzünle sallanıyor, kapalı gözlerinden yaşlar süzülüyor. Yanımda bir çift aşık, aynı ritimle, hafif adımlar atıyor. Biz değil ama onlar aynı şarkıyı duyuyor.
Herkesin bir şarkısı var bu hayatta ve ben kendiminkini kaybediyorum. Benim kulaklarıma kesik ve bozuk notalar ulaşıyor yalnızca. Kaybettim hayat müziğimi ve ölüm bile fısıldamıyor artık pas tutmuş kulaklarıma. Bir melodi duyar gibi yapmaktan vazgeçeceğim. Rol yapacak mecalim kalmayacak yakında.



9 Eylül 2019 Pazartesi

Yalnızlığın Yeni Boyutu

İçinde dört döndüğüm yalnızlığın yeni bir boyutuyla tanıştım bugün. En sevdiğim insan yanıbaşımdaydı. Bir zamanlar alırdı tüm acımı ve gerçek bir gülümsemeyle değiştirirdi. Şimdiyse alıştığım bir uçurum var aramızda. Hiçbir deprem yaklaştıramaz bizi birbirimize ve ikimizin de mecali yok aşağıda buluşmaya. Bugün yan yanaydık, karşılıklı oturduk uçurum kenarlarımıza ve kısa bir konuşma yaşadık bakışlarımızla. Yüzündeki gülümseme yeterdi önceden, aydınlanırdı tüm günüm. Bir insanlığın açtığı yarayı kapatırdı varlığıyla. Gitti bütünlük hissi, parça parçayım şimdi. Kalbimde boydan boya bir yarıkla geziniyorum, yalnızlığın yeni boyutunda.

Neden Van Gogh?

İnsan, dile getiremediklerini başka ağızlardan duymayı ister. Hissettiği yoğun duygular arasında yalnız olmadığını, dünyanın bir yerinde ve bir zamanında onun gibi düşünmüş ve hissetmiş biri olduğunu bilmek ister. İşte bu yüzden herkesin kendine çok yakın gördüğü, çok sevdiği en az bir sanatçı olmalıdır. Van Gogh, tam burada benim için devreye giren sanatçılardan.
Sık sık eleştirdiğim popüler sanatın elinde oyuncak olmuş tablosu "Yıldızlı Gece" ve "Kesik kulağı" ile tanırsınız onu. Oysa Van Gogh bundan daha fazlasıdır. Büyük yıkımları sanata çevirmenin sembolüdür Van Gogh.

Self-Portrait with Bandaged Ear

Hakkında okuduğum ve izlediğim birçok video-belgeselden aklımda kalan, beni etkileyen birkaç olaydan ve tablosundan bahsetmek istiyorum bugün. 
Van Gogh, 23 Aralık 1888 gecesi kulağının bir kısmını kestikten sonra Arles'da bir merkezde tecrit odasına yerleştirildi. Vincent'in çevresinde bulunmuş insanlar akli durumunun stabil olmadığının bilincindeydiler. Vincent, tüm bu insanlara oldukça kaba davranmış ve çekilmez bir tavırla yaklaşmış. Onunla iletişime geçen herkes bu durumdan şikayetçi olunca Vincent'in bir yere kapatılması gerektiğine karar vermiş ve bu insanlar imza toplamıştır. Arles'da, polis kayıtlarında bunun için verilmiş bir dilekçe var ve dilekçede tam otuz imza bulunuyor. Bunun ne kadar üzücü olduğuyla başlamalıyım belki de. Yalnızlığın kıyısında gidip gelen, en yakını kardeşi olan bu adamın akli durumunun yerinde olmadığını bilip daha doğru yollarla yardımcı olmaya çalışmak yerine, imza toplayıp onu toplumdan uzaklaştırmaya çalıştılar. Başardıklarını da söyleyebilirim. Günümüzde de bu yapılmıyor mu bize? Tek farkı, bu dönemde izole olmanız için bir odaya kapatılmanız şart değil. Toplumdan koparılan herkes izole olmaya meyillidir. Bunu vaktinde Van Gogh'yu bir odaya kapatarak yaptılar, şimdiyse bizi kendimizle herkesin içinde yalnız bırakarak yapıyorlar. Ne kadar rezilce!
Van Gogh'nun kapatıldığı yer hakkında mektuplarında yer alan birkaç satırı ekleyelim: "Buraya kapatılan insanlar toplaşıp özgürce yaşamak için buranın uygun olmadığını başkana bildirmeliler."
Van Gogh giderken kendinden geriye 902 mektup bıraktı. Yapacağım tüm alıntılar bu mektuplardan olmakla birlikte, yakın zamanda izlediğim BBC'nin "Vincent Van Gogh: Painted With Words" belgeselinden de alıntı olacak. Vincent hakkında bilmediğim küçük şeyleri bu belgeselden öğrendim.


Vincent kendine uygun mesleği bulana kadar da uzun bir zaman geçiriyor. Sık sık seyahat halinde oluyor, farklı meslekler deniyor, uzun bir süre rahiplik bile yapıyor. Sonunda kendini elbette sanatta buluyor. Başladığı yere dönüyor diyebilirim. Rahiplik döneminde yaşadığı yükselmeler, ressamlık döneminde onu ayakta tutan verimlilik ve kardeşi ile çok sevdiği arkadaşı Paul Gaugin maalesef Vincent'i iyileştiremiyor. Bipolar bozukluk ve kronik depresyon teşhisi koyuluyor.
"Neden ölüm varken bu kadar eleme katlandığımı sizden saklamayacağım. Şikayet etmeden acı çekebilmek, bu hayatta öğrenilebilecek en büyük ders budur."
Vincent'in sık sık yalnızlık çektiğini de biliyoruz. Bu da beni onun hakkında düşünmeye iten çokça şeyden biridir. Duyduğu yalnızlığın sebebinin yalnızca psikolojik sağlığından kaynaklı olduğunu düşünmüyorum. Aynı zamanda çevresinde bulunan ve değer verdiği insanlar da Vincent'i oldukça hayal kırıklığına uğratmıştır. Bir zamanlar evini açtığı hamile fuhuş kadını Clasina Marina Hoornik ya da bilinen adıyla Sien bile, çocuğunu doğurduktan sonra Vincent'in ona sunduğu hayatı gerisinde bırakıp fuhuşa dönüyor. Vincent, yaptığı iyiliğin büyüklüğüne bakılmaksızın yine yalnız bırakılan kişi oluyor. Belki de Vincent, kendimde de gördüğüm gibi, insanlara hangi ölçüde değer vermesi gerektiğini ayarlayamıyordur ve bu yüzden çok acı çekmiştir, kim bilir?
"Yalnızlık... Bir tür çürüyüş. Bundan sadece bir başkası kurtarabilir."
Ayrıca sara krizleri geçirdiğini de bildiğimiz Vincent, krizleri sıklaşmaya başlayınca ispirto içip boya yiyerek kendini zehirlemeye kalkıştı.
En sonunda, 37 yaşındayken kendini göğsünden vurdu ve Theo yanındayken hayata veda etti.
Özellikle ilgimi çeken iki tablosu hakkında da konuşacaktım ama notlarımı buraya geçirmektense size tabloları inceleme fırsatı vermem daha iyi olur diye düşündüm. Şöyle:

The Wheat Fields

The Night Café

Vincent Van Gogh, sürekli içine düştüğü, hatta içinden çıkamadığı o ruhsal dalgalanmalarda boğuluşunu sanatla bağdaştırmış, bana her zaman büyük bir ilham kaynağı olmuştur. İşte bu yüzden Van Gogh.

7 Eylül 2019 Cumartesi

Bir Cinayetin Şiiri

Unut!
Bir kış gecesi
Güzel bir gece, anımsıyorum her şeyini
Hoş, beyaz bir ten
Parıl parıl, nasıl da güzeldin,
Uyuyordun, ciddiydi ışıl ışıl yüzün
Batısındaydın küçük cumhuriyetimin
Unut!
Bir ilkbahar sabahı
Gözlerim yarı açık
Çaresizliğin avucunda harcanmış bir geceden
Yarı yaşar kurtulmuşum,
Bir zafer gibi görünmüş sana; ama
Ölmüş olmayı dilediğim bir geceden
Gözlerim açık sıyrılmışım
Büyük kayıplarla çıkmışım
Ayak bastım olduğun odaya ve gün aydı birkaç dakika için,
Yorgundu yüzün ama nasıl güzeldin
Belime doladığın kollarının inceliği sardı dört bir yanımı ruhumun
Ve boynundan sızan kokuyla sarhoş oldum
Unut!
Bir yaz günü
Seve seve okşadığım hoş dudaklar öldürdü umudumu
Ve dedim ki, aman yarabbi, bu ne hoş bir ölümdür,
Tanrının başyapıtının kurbanı oldu benim umudum,
Akan yaşlarım değdi ya dudaklarıma,
Hiç kızmadım, sana kızamazdım
Unut!
Bunu diyor umudumun vasiyeti
"Unut artık, bitti burada
Öpemezsin bir katili
Alkışlayamazsın ölüm sebebimi."
Belki de haklıdır merhum
Ama düşünmeden edemiyorum:
Böyle güzel bir cinayet,
Bir senin ellerine yakışır
Ve İlelebet payidar kalır dediğim cumhuriyetin,
Bana yalnız hayal kısmı yaraşır.

Bir Yabancının Dilinden


Ayılamaz oldum kederlerimden ve acı içindeyim her saniye. Bu dünyaya ait değilim ben, sizin dünyanızın insanı değilim. Hiçbirinizin olmazsa olmazı olamadım. Hiçbirinizin gözleri aramadı benim gibi bir yabancıyı. Hiçbiriniz, hiçbiriniz gerçekten merak etmedi nasıl yaşadığımı. Bakılacak bir yüz değildi benimki ve bakmak istemediniz, gözleriniz kapalı uzattınız elinizi. Neden uzattınız peki? Vicdanınızı rahatlatmak için bir araçtım size. Ötekileştirmediğinize inanmak istediniz. Bana da, insanlara da yalan söylediniz. Kahrolsun şu dünyaya adım attığım gün, ne zehirli bir havaymış sizinki! Ciğerlerim yalnızca ızdırap doldu senelerce. Gözlerim dolu dolu yaşadım, titreyen ellerimi küçük ceplerime sakladım. Ağladığım görülmesin diye penceresiz odalarda yaşadım.
                Ağladım, kapının ardındaki gülüşlerinizi hayal ettikçe. Sızlanıp durdum duvarlara. Kalbimde şüphe olmadan gülmek istedim hep. Gülmek ve acınası hayatımda her şeyi daha iyi yapmak istedim. Dans etmek istedim sokaklarda belki, attığım adımlar özgürlüğün sembolü olsun istedim. Onun yerine parmak uçlarımda yürüyorum şimdi. Gölgeden gölgeye atlıyor ve göz göze geldiğim insanlardan kaçıyorum. Sevilmedim ben asırlardan beri. Merak ediyorum, nasıl bir şeydir birinin seni hayatında istemesi? Nasıl olurdu acaba birinin kapılarını ardına dek açıp, bana “Hoşgeldin.” demesi?
                Vazgeçtim bunları anlatmaktan. Vazgeçtim güzeli arayıp durmaktan. Vazgeçtim beni kurtaracak aşktan ve doğru insandan, insanlardan. Şimdi üç beş satırla teselli ediyorum bir çift söze hasret dilimi. Yalnızlıktı benim tek dostum, onu dahi çaldınız benden. Artık kimsesizim ben.

Altın Oran

Bir tesadüf olabilir bu evren düzeni,
Bu sicim ve görelelik teorisi
Bir kaostan meydana gelmiş olabilir tüm bu düzenli kanunlar
Bu karanlık madde ve yer çekimi
Onca şeye diyebilirim tesadüf,
Senin gözlerine diyemiyorum.
Nasıl ola ki bir kaos,
Yaratsın senin gibi ilahi bir varlığı,
Nasıl olur da amansız bir patlamanın çocuğu olursun sen?
Sanatsal bir dokunuş yok mudur yaradılışında,
Hiç mi tanrı eli değmemiş şu güzel ruhuna?
Michelangelo görmüş
Kaba mermerde meleği:
Tanrının yonttuğu mermer sensin.

Yol Göstermesin Kutup Yıldızı


vazgeçmiş bir ruhun gözleriyim,
görüyorum gözlerindeki gizli yaşları
sakladığın her acıyı,
söylediğin her yalanı.
senden fazlasını bilecek değilim;
ama görüyorum içindeki yarayı
geçmişin tozlarından iltihaplanmış,
geleceğin korkusundan kaşınıp durmuş,
şimdinin yazgısından kanayıp duran anıları,
hepsini görüyorum üzgün gözlerinde
sen bilemezsin, ne çok şey anlatır bir bakışın
binlerce kelimenin altında eziliyorum.
birbirine karışmayan, iki ayrı denizse gözlerin,
ben yüzme bilmiyorum
kendi gözlerimi kapattım,
ihtiyacım yok onlara,
senin gözlerinle görüyorum.
vazgeçmiş bir ruhun bedeniyim,
buz tutmuş her yerim,
kutuplardan soğuk, yakıcı kederlerim
defterler arasında el sallıyor,
hain, sinsi bir gülümsemeyle yüzünde
hayır, hayır
görmek istediğim varlıklar bunlar değil,
bana dair bir şey istemiyorum artık!
bırakın, tutuşsun her yerim,
erisin tüm buzullar,
yol göstermesin kutup yıldızı!
bana onun gözlerini getirin,
size en sıcak kışı bahşedeyim,
size acı nedir, göstereyim
bana onu getirin,
belki kutbu bulamam yıldızım olmadan
ama biliyorum,
benim yolum, onun ayak izleriyle döşelidir.

Aramızdan Birinin Biyografisi


Sabırlıydı.
                Yıllarca elde etmek istediği şeyleri, bir kere bile yakınmadan bekleyecek kadar sabırlıydı. Yüzünde hoş bir gülümsemeyle dolaşırdı. İnsanları güldürmeyi başarırdı. Sevdiği insanlara sevgisini olduğunca hissettirmeye çalışır, herkesin elinden tutardı. Neşeliydi, sevimliydi, saygılıydı ve iyi bir dinleyiciydi. En azından arkadaşları onu böyle tanımlardı.
                Onun yazılarında ise bunların tam tersi okunurdu. Sabırsızım, derdi kendine. Beklediği şeyleri yeterince beklemediğini düşünür, elde edemediği şeyler için kendini suçlar dururdu. Yüzünde bir imza gibi taşıdığı gülümsemeden ve insanlara attırdığı kahkahalardan iğrenirdi. Çoğu zaman kahkahası, aklında yankılanan korkunç kabuslardan ağzına tıkılır; o ise bunu belli etmemeye çalışarak susan kahkahasını bir gülümsemeyle kapatırdı. Sevdiği insanlara gösterdiği sevgi ona ya çok fazla ya da çok az gelirdi. İki türlü de gösterdiği sevginin karşılığını alamamak onu yıpratır, insanların elini buruk bir gülümsemeyle tutardı. Neşesiz ve mutsuzdu, çirkindi, saygılı değil suskundu ve biri konuşurken sık sık küçük dikkat dağılmaları yaşardı. Konuşan kişinin hikayesinde oluşan boşluklardan rahatsız olur, bu yüzden kendine çok sinirlenirdi. O da kendini böyle tanımlardı.
                Herkese küçük gelen dünya onun içinde büyür dururdu. O, bu koskocaman kürenin üstünde yürüyüp duran, değersiz bir böcek gibi hissederdi kendini. Dünya ona tek başına bir evren gibi gelirdi; nefesini daraltır, onu göğüs kafesine hapsederdi. Kendini tıktığı bu hapishaneden kimsenin haberi olmazdı. Kafesin parmaklıkları üstüne gelmeye başladığında yerinde duramazdı. Yalnız kalmak isterdi, yalnız kalmak zorunda hissederdi. Kimsenin önünde ağlamazdı, gerçek ve yürekli bir hapishane mahkûmu gibi, ziyaretçilerine hep güçlü görünürdü. Oysa parmaklıklar sıklaşmaya başladığında, onu bir başına ve çığlık çığlığa bulabilirdiniz, eğer arasaydınız.
                Kimseye gördüğü kabuslardan bahsetmedi. Gittikçe kötüleşen ve çoğalan uyku fragmanları  yavaştan gerçek hayatını da etkilemeye başladı. Hiçbir zaman bu görüntülere göre mi hareket ettiğini yoksa rüyaları gerçekten olacak şeylerin habercisi miydi, bilemedi. Ama rüyalarında karşısına çıkan, korktuğu şeyler, gerçek hayatında da karşısına çıkmaya başladı. Bir deja vu yaşar gibi üstünden geçti tüm kabuslarının. Kimsenin haberi olmadı.
                Ölüm çanları hiç beklenmedik bir anda çaldı. Önce çanıyla kendini duyuran ölüm, öğleden sonra onun evine de uğradı: Hayatında ilk defa biri nefes almayı bırakarak terk etmişti onu. O hep ölümü soğukkanlılıkla, doğanın bir parçası olan yaşamı kucaklar gibi kucaklayacağını düşünürdü; ama öyle olmadı. Kanı bir cadı kazanına boşaltılmış, saatlerce ateşe maruz kalmış gibi sıcacıktı, yanıyordu. Damarındaki artık kan değildi, bir kara büyünün en önemli malzemesiydi. Yine de ağzını açıp bir şey demedi. Dudaklarının arasından bir ah bile çıkmadı.
                Onca şeyden sonra, kendine dair düşünceleri şaşırtıcı bir şekilde düzelmeye başladı. Aynada gördüğü kişiye içtenlikle gülümsediği birkaç sabahı oldu, bu onu çok şaşırttı. Kahkahası kendi kulağına geldiğinde iğrenmedi ve bu onu oldukça mutlu etti. Kendinde güzel şeyler gördüğünü düşündü, çevresindekilerin var olduğunu söylediği şeyleri gördüğünü düşündü. Bu iyi günler, olduğu gibi çevresindeki insanlara da yansıdı: En sevdiği insanların gözlerine neredeyse yerleşmiş hüzün, arada bir terk eder oldu. O ise bunun tadını çıkardı; ama içinde yaşayan tilkiye de kulaklarını tıkamadı: “Her şeyin bir sonu vardır, hiçbir şey aynı kalmaz.”
                Tilki haklıydı. Düzelen her şey, eskisinden de kötü oldu. Dünya birden daha da büyüdü ve göğüs kafesi gittikçe daralmaya başladı. Parmaklıklardan birini boğazının etrafında hissetti. Aklında yıllardır konaklayan tilki, tüm zihnini ele geçirdi ve her şey alt üst oldu. Tilkinin kuyruğu beyninin tüm kıvrımlarını sarmış, gözlerine korkunç bir oyunun ilk perdesini yerleştirmişti. Bu oyunun sahnesini her gece gözyaşlarıyla yıkadı. Kimsenin haberi olmadı.
                Sevgisizlik günlük hayatının bir parçası oldu. “Herkes yalan söyler.” dedi tilki ve onun inanmaktan başka yapacağı hiçbir şeyi yoktu, inandı. Sevdiği insanlar gittikçe uzaklaşır gibi göründü gözüne, hepsi teker teker çantasına koydu bir zamanlar ona verdiği sevgiyi. Bu onu korkuttu. Vedasız bir terk edilişti sanki bu. Kimseye ihtiyacı olmadığını biliyordu ama sevdiği kişileri yanında istiyordu, bunun ihtiyaçla ilgisi yoktu. Böylece kendini unuttu ve insanlara odaklandı. Sevdiği insanlarla güldü, sevdiği insanlarla ağladı. Tilki hiç yokmuş, hiç olmamış gibi yaşadı; bunun sonucu daha ağır oldu. Tilki bir zehir gibi yayıldı tüm vücuduna. Sevgisizlik hissi gittikçe büyüdü ve boynuna dolanan parmaklıktan daha çok acıttı canını. Kimsenin haberi olmadı.
                Kimse çürüyen, hastalıklı aklını okuyamadı. Kimse gözlerinde dönen oyunu görmedi. Sevgisizlik gittikçe büyüdü ve hızla büyümeye devam eden dünyayı kapladı. O ise hiçkimseyi suçlamadı. Defterine şunları yazdı: “Faili meçhul bir cinayet değil bu ve ben de Jane Doe değilim. Aramayın katilimi, ben içimin kurbanıyım.”
                Kimsenin haberi olmadı.

Krık Altıncı'dan Son Günaydın


yorgun düştü parmaklarım,
bu ne demek bilir misin?
aydın günlerden umudu kesmişim
karanlığa hoşgeldiniz dostlarım.

00.54
                gözlerim tamamen açık. yaşlanmışım yorgunluktan, hissediyorum. artık aynaya bakınca tutkun, gençlik ateşiyle yanıp tutuşan bir hanımefendi görmüyorum; gözlerinin feri kaçırılmış, hayata dair tüm umudu alınmış, belki ellisine dayanan bir ruhla baş başa kalmış bir beden görüyorum. hafif kambur bir sırtı var bu bedenin, yıllardır taşıdığı hain tilkiler ağır gelmiş olmalı, dışına da vurmuş acıları.

1.30
                gözlerim tamamen açık. artık başım da ağrıyor. dudaklarımı kemirip durmuşum istemeden, yanıyor. dünü düşünüyorum, akşam üstünü. nasıl güzel kahkaha atmıştım, nasıl güzel gülmüştüm arkadaşımın sözlerine. belli, gurur duymuşum ıslak dudaklarımın arasından çıkan sesle. şimdi aynı dudaklar kurumuş, bir damla su için yalvarır hâlde.

3.26
                gözlerim yarı açık artık, başımın ağrısı artıyor. uyumamak için direnmiyorum, yemin ederim. sanki yıllardır hiç dönüp bakmamışım kendime, birden kafama dank etmiş “ben” diye birinin varlığı, ne yapıyor diye kontrol edesim gelmiş. uyku haram bana, biliyorum. uyku her zaman haramdır benim gibilere.

4.13
                gözlerim yarı açık, bedenim tiril tiril titriyor. uykusuzluktan mı böyleyim yoksa anılar ağır mı geliyor? yanımda telefonum, arkadaşlarım bir tuş ötemde duruyor. kime yazsam bu saatte, kim beni bekliyor? kim, niye beklesin beni? uzanan elim, kendi kendine geri iniyor yastığımın üstüne. işte ilk gözyaşı o zaman düşüyor.

4.50
                gözlerim yanıyor. komşular rahatsız olmasın diye avuç içime saklamışım çığlıklarımı, boğazım yanıyor. ne acı, diyorum kendi kendime. ne acı! şimdi içim içimi yiyor; ama sabah ruhsuz bir suratla açıp kapıyı, (gün ışığını görür görmez gülerek elbette) yürümem gerekecek. bilir herkes: yalan yalnızca ağızdan çıkan kelimelerle söylenmez. bir insanın gülüşü en büyük yalan değil midir?

5.10
                gözlerim artık dayanamıyor. uyumuşum bir yirmi dakika; ama dedim ya uyku haramdır bana. peşimi bırakmıyor rüya alemi. geçenlerde sevdiğim kim varsa sızmış bilinçaltıma. neden terk ettiniz, neden tutmadınız kolumdan ve çarpmadınız tokadınızı yüzüme? ben istemedim bunu, ben değilim suçlusu bunların.

5.13
                hayır, hiç gerek yok sizi suçlamaya. ne kaybettiysem ben, kendim, kaybettim. benim hatalı, benim hayallerimi giyotinle dost eden. özür dilerim hepinizden.

7.00
                günaydın.
                uyumak istiyorum,
                ve bir daha uyanmamak belki de
                bugün günışığı görmek istemiyorum,
                umut dolu değilim,
                artık aşkı aramıyor bedenim
                tilkilerim peşimi bırakmayacak, biliyorum
                tilkilerle yaşamak istemiyorum.
                artık gözlerim kapalı kalsın istiyorum.
                son günaydın olsun bu benden size,
                artık gün aysın istemiyorum.