Yazacak çok da bir şeyim yok. Gitmeliyim.
Faili meçhul bir cinayet değil bu ve ben de Jane Doe değilim. Aramayın katilimi, ben içimin kurbanıyım.
19 Aralık 2019 Perşembe
İçimde Kalmasın Cümleler
İki gündür gözyaşlarımı durduramıyorum. Sürekli ağlamaya meyilliyim, nerede olursam olayım ağlayasım geliyor. Bunu yazarken, tam şimdi, hakim olamıyorum kendime ve ağladıkça ağlıyorum. Çok yorgunum.
18 Aralık 2019 Çarşamba
Daimi
Geçecek sanmıştım tüm yaralar, izleri kalacak inanmıştım. Ne kadar dipte olsam da bir zaman gelecekti ve görecektim günışığını biliyordum. Umudum yokmuş gibi ağlardım ama asla sönmedi içimde küçük bir mum, şimdiye dek.
Daimi bir acı benimki anladım.
Daimi bir acı benimki anladım.
10 Aralık 2019 Salı
Var Olmak Zorundayım
Nasıl olur da düşerim ikinci defa ölümün avuçlarına?
Oysa kaçalı ne kadar olmuştu? Ne zamandır eteklerim benim kanıma bulanmamıştı.
Ne zamandır olması gerektiği yerdeydi aklım ve dümdüz çiviliydim şimdiki zamana. Şimdiyse bir ileri bir geri gidiyor kafam, geçmişin yükü altında hazırlamaya çalışıyorum şimdiyi gelecek zamana.
Ve parlak değil gelecek görüyorum, kafamı gömdüğüm geçmişin tozu bulanmış her tarafa. Bundan kaçışım yok. Kaçışım olmayan şeyle savaşmak istemiyorum. Gururumla değil kabullenişimle yenilmeliyim kendime. Hayır yalan söyledim sabahleyin: Benim en büyük düşmanım hiçliğim değil, kendim.
Hiçliği ben yarattım, benim bu kara deliğin patlayan yıldızı.
Ve daha fazla medet ummamalıyım sevdiklerimden. Adım gibi eminim sevdiğim kadar sevilmiyorum. Niçin kendimi kandırayım daha fazla? Niçin inanmadığım halde gülümseyeyim iltifatlara?
Daha fazla medet umamam bu hayattan. Evrendeki her atom mutsuz varoluşumdan.
Ama ölümü bile hak etmiyor çirkin varlığım. Toprak kabul etmez ki, reddeder narin çiçekler çürüyecek bedenimi.
Ve bu yüzden ben,
tüm sevgisizliğimle ben, var olmak zorundayım.
8 Aralık 2019 Pazar
avoiding the void
Benim içim yanmıyor artık.
Ne yanık kokusu yükseliyor içimden ne kızarmış bir ruhun kokusu. Hiç, hiçlik kokuyor benim ruhum. Ne zaman kapısını aralasam içimin ve soksam kafamı içeri, alıyorum hiçliğin kokusunu. Midemi bulandırıyor, kapatıp çıkıyorum; mecburum. Öyle bir ev ki içim, kaçmasından korktuğum hiçbir şey yok artık içinde. Kapısına kilit vurmuyorum; yalnızca, koku dışarı yayılmasın diye, arkamdan çekip terk ediyorum.
Bir düşman doğuyor içimde görüyorum. Silahı umursamazlık düşmanımın. Ve ikimiz de biliyoruz ki hiçbir ordu savaşamaz umursamazlıkla, Herkül bile galip çıkamaz bu savaştan. Tam da bu yüzden belki düşmana kendi silahıyla saldırıyorum: Görmezlikten geliyor; doğal bir mutsuzluk benimki, diyorum. Savaşırdım insanlarla, savaşırdım duygularımla ve hatta savaştım aşkla; galip geldim, yenildim. Ancak bu seferki bir muamma: Çünkü hiçlikten ibaret düşmanım. Görüyorum ki yutacak önce galip geldiğim savaşları, ardından yenildiğim her insanı ve çektiğim her acıyı. Bir bakacağım, savaş sahasında, bir başımayım. Ne gelecek umudu elimde ne geçmişin acısı. İşte o zaman hiçlik beni de yutacak. İçinde bir kara delik saklayan, korkunç bir insan olacağım.
Bundan sonra en büyük düşmanım, içimdeki boşluktur. Hiçlikle savaşıyorum.
Ne yanık kokusu yükseliyor içimden ne kızarmış bir ruhun kokusu. Hiç, hiçlik kokuyor benim ruhum. Ne zaman kapısını aralasam içimin ve soksam kafamı içeri, alıyorum hiçliğin kokusunu. Midemi bulandırıyor, kapatıp çıkıyorum; mecburum. Öyle bir ev ki içim, kaçmasından korktuğum hiçbir şey yok artık içinde. Kapısına kilit vurmuyorum; yalnızca, koku dışarı yayılmasın diye, arkamdan çekip terk ediyorum.
Bir düşman doğuyor içimde görüyorum. Silahı umursamazlık düşmanımın. Ve ikimiz de biliyoruz ki hiçbir ordu savaşamaz umursamazlıkla, Herkül bile galip çıkamaz bu savaştan. Tam da bu yüzden belki düşmana kendi silahıyla saldırıyorum: Görmezlikten geliyor; doğal bir mutsuzluk benimki, diyorum. Savaşırdım insanlarla, savaşırdım duygularımla ve hatta savaştım aşkla; galip geldim, yenildim. Ancak bu seferki bir muamma: Çünkü hiçlikten ibaret düşmanım. Görüyorum ki yutacak önce galip geldiğim savaşları, ardından yenildiğim her insanı ve çektiğim her acıyı. Bir bakacağım, savaş sahasında, bir başımayım. Ne gelecek umudu elimde ne geçmişin acısı. İşte o zaman hiçlik beni de yutacak. İçinde bir kara delik saklayan, korkunç bir insan olacağım.
Bundan sonra en büyük düşmanım, içimdeki boşluktur. Hiçlikle savaşıyorum.
25 Kasım 2019 Pazartesi
Bazı Şeyleri Kabullenmek Zordur
Nasıl anlatacağımı bilmediğim duygular yaşıyorum ve bu beni boğuyor. Suçlu insanlara bağırıp çağırmak, konuşup haykırmak istiyorum ama biri "yap!" dese ağzımı açamam biliyorum. Canımı çok sıkıyor bu. Yalnızlığı iliklerimde hissediyorum ve buna alışmak beni çok üzüyor. Aylardır kabullenmeye çalıştığım (ve aynı zamanda kabullenmekten kaçtığım) şeyleri bugün teker teker görmek zorunda kaldım. Zorunda bırakıldım. Acı çekiyorum ve buna engel olamıyorum. Yalnızlığı damarlarımda akan kan gibi, zorunlulukla ve bana özgü bir ağırlıkla taşıyorum. Bazı şeyleri kabullenmek zordur ama işte karşınızdayım ve söylüyorum: Ben acı içindeyim ve gittikçe soluyorum.
2 Kasım 2019 Cumartesi
Acıdan Soyutlanmak ve Yaşayabilmek
Şu an her şeyden çok bir dini benimsemiş olmayı isterdim. İnanç, insanı her türlü acıdan soyutlayabilecek en etkili araçtır. Belki de dindar insan sayısının azalmasına karşılık dinlerin hâlâ toplumda yer ediyor olmasının bir diğer sebebi de budur: İnsan, inançsız acıyla nasıl başa çıkacağını hâlâ bilmiyor.
Ve ben de bunun gafletine düştüm. İnanç, insana yaşamak için bir neden verir. Böylece insan "neden yaşıyorum?" diye yıllarını harcamadan, neden ve niçin sabahları uyandığını bilir. Gün içinde davranışlarını ve insanlarla ilişkisini buna göre düzenler, giydiği kıyafetler inancının yansıması olur ve aklı kadar zamanı da inancın verdiği programa uygundur. Bu dünyaya niçin geldiğini bulmuş bir insanın huzur ve mutluluğu hiçbirimizde yoktur eminim. Bu yüzden keşke bir dini benimsemiş olsaydım. Keşke her acı ve zorluğu "Tanrı'nın eli" ile itebilseydim; ama hayat, bana Tanrı'nın eliyle itilemeyecek kadar yapışık.
İnancın benden aldığı özgürlük kanatlarını kendim taktım sırtıma ve özgürlüğün sarhoşluğuyla yaşadım. Ne etiktir ne değildir, bunu öğrenmek için dine ihtiyaç duymadım. Kendi yolumu kendim çizmeye çalıştım ama hangi yolu seçersem seçeyim büyük acılarla karşılaştım. Ve kendinden başkasına sahip olmayan biri olarak yapabileceğim tek şeydi acıları omuzlamak. Ben de öyle yaptım. Zaman bizi eskitir, bu doğrudur; inançsız benliğimin düşmanı oldu zaman. Bakın büyük acılara rastlamış gerçek dindarlara: Yüzünüze gülümseyebilen, hayattan umudu kesmemiş insanlardır onlar. Bazen bundan uzaklaştığım için kendimi suçluyorum. Tanrı için yaşamak varken niçin özgürlüğün kanatları altında ezildim diye düşünüyorum.
Ve ben de bunun gafletine düştüm. İnanç, insana yaşamak için bir neden verir. Böylece insan "neden yaşıyorum?" diye yıllarını harcamadan, neden ve niçin sabahları uyandığını bilir. Gün içinde davranışlarını ve insanlarla ilişkisini buna göre düzenler, giydiği kıyafetler inancının yansıması olur ve aklı kadar zamanı da inancın verdiği programa uygundur. Bu dünyaya niçin geldiğini bulmuş bir insanın huzur ve mutluluğu hiçbirimizde yoktur eminim. Bu yüzden keşke bir dini benimsemiş olsaydım. Keşke her acı ve zorluğu "Tanrı'nın eli" ile itebilseydim; ama hayat, bana Tanrı'nın eliyle itilemeyecek kadar yapışık.
İnancın benden aldığı özgürlük kanatlarını kendim taktım sırtıma ve özgürlüğün sarhoşluğuyla yaşadım. Ne etiktir ne değildir, bunu öğrenmek için dine ihtiyaç duymadım. Kendi yolumu kendim çizmeye çalıştım ama hangi yolu seçersem seçeyim büyük acılarla karşılaştım. Ve kendinden başkasına sahip olmayan biri olarak yapabileceğim tek şeydi acıları omuzlamak. Ben de öyle yaptım. Zaman bizi eskitir, bu doğrudur; inançsız benliğimin düşmanı oldu zaman. Bakın büyük acılara rastlamış gerçek dindarlara: Yüzünüze gülümseyebilen, hayattan umudu kesmemiş insanlardır onlar. Bazen bundan uzaklaştığım için kendimi suçluyorum. Tanrı için yaşamak varken niçin özgürlüğün kanatları altında ezildim diye düşünüyorum.
31 Ekim 2019 Perşembe
Alışmak
Şu dünyada kendime acıdığım kadar kimseye acımadım.
Hayal kırıklığına uğradığım anların sayısı gülüşlerimin sayısını geçtiğinde anladım, ben bu dünyayla başa çıkamazdım. Sevdiğim insanların gözlerinde aynı sevgiyi görmediğimde anladım, ben bu hayata iki elimle sarılamazdım. Sık sık yalnız bırakıldığımda anladım, bu hayata alışmadan içinizden biri olamazdım.
Acı çektim, acı çekiyorum ve acı çekeceğim yıllarca çünkü alışıyorum hepinize. Yüzümdeki gülümsemeyi söküp almanıza izin veriyorum. Çünkü amacım gülmek ve güzel bir hayat yaşamak değil; yalnızca yaşamak benim amacım. Bunu yalnız yapmak zorundayım ve bu yüzden benden çok kimseye acımadım.
Herkes yalan söylermiş, bunu zor yoldan öğrendim. Neyden kaçtıysam o çaldı kapımı ve çıkardı beni deliğimden, acı çekmeye mahkûm olduğumu böyle anladım. Kabullenmek ve alışmak zorunda kaldım. Duyduğum her yalanı gerçekmiş gibi kabul ettim.
Ben, kendimden çok kimseye acımadım. Hiç kimse benim kadar yalnızlığın esiri olmamıştır. Hiç kimse benim kadar sevgisizlik çekmemiştir. Ve hiç kimse hiç kimseyi, sizin beni paraladığınız kadar paralamamıştır.
Bu yüzden kendime acıyorum. Kimsesiz, acı içinde, tek yaptığı üç beş satır yazmak olan aciz bir insanım ben. Eskiden sizinle yaşamak için alışırdım size; şimdiyse hayatta kalmak için alışıyorum. Ben şimdiye dek kendime hiç bu kadar acımamıştım.
29 Eylül 2019 Pazar
Fragile Dreams
Ben pes ettim.
Savaşmayacağım varlığıyla kötülüğün.
Hiçbir beklentim kalmadı şu küçücük hayatımdan. Büyüyüp duran şu dünya iki evren dolduruyor tek başına. Bir kum tanesi bile değilim hayatınızda. Okyanusun dibinden gelmiş ve dalgaların kıyıya kustuğu bir nesneyim artık.
Savaşmayacağım artık.
Bir daha inşa etmeyeceğimden, bu son yıkımıydı ömrümün.
25 Eylül 2019 Çarşamba
Anlamsızlaşacak Birkaç Cümle
Hiçbir zaman aldığın kadarını veremezsin ve verdiğin kadarını alamazsın insanlardan. Yaşadığın hayat eşit de değil adil de; çünkü sen de değilsin. En az herkes kadar bencilsin, bunu fark etmen herkesten uzun sürecek ama göreceksin. Aklına gelen ilk fikir her zaman "ben" diyor, üstünde ikinci defa düşünmediğin her karar bencilliğinin imzasını taşıyor.
Kimse seni suçlamaz bencil olduğun için zira bencillik bazen iyidir. Odur seni insanlığın lanetinden koruyan, seni birey yapan; ancak fazlası da seni toplumdan alır ve günden güne bireyselleştirir. Kulağa geldiği kadar hoş değil bu, hepimiz kalın zincirlerle bağlıyız bu topluma. Ne kadar sert çekersen ayağını o kadar olasıdır bacağının kopacak olması ve sen zincirin şıngırtısından, bacağına yolladığı acı uyarılardan zevk alıyorsun. Bireyselliğin kaçınılmaz hazzıdır bu. Sonuçlarından bağımsızken dünyanın en tatlı meyvesidir o.
İşte bu bencilliktir eşitlik ve adalet duygunu hırpalayan. Ya fazla yakınsın zincirlerin bağlı olduğu kayaya ya da fazla uzaksın ve uzaklaşmaya çalışıyorsun hâlâ. Ya bireyselliğin kölesisin ya toplumun. Ya eli açık olansın ya kapalı. Ortasını bulanların huzuruna erişemeyeceksin ve farkına bile varmayacaksın.
Ya kendi elinde eriyecek varlığın, ya da her gün gördüğün öbür kölelerin.
Kimse seni suçlamaz bencil olduğun için zira bencillik bazen iyidir. Odur seni insanlığın lanetinden koruyan, seni birey yapan; ancak fazlası da seni toplumdan alır ve günden güne bireyselleştirir. Kulağa geldiği kadar hoş değil bu, hepimiz kalın zincirlerle bağlıyız bu topluma. Ne kadar sert çekersen ayağını o kadar olasıdır bacağının kopacak olması ve sen zincirin şıngırtısından, bacağına yolladığı acı uyarılardan zevk alıyorsun. Bireyselliğin kaçınılmaz hazzıdır bu. Sonuçlarından bağımsızken dünyanın en tatlı meyvesidir o.
İşte bu bencilliktir eşitlik ve adalet duygunu hırpalayan. Ya fazla yakınsın zincirlerin bağlı olduğu kayaya ya da fazla uzaksın ve uzaklaşmaya çalışıyorsun hâlâ. Ya bireyselliğin kölesisin ya toplumun. Ya eli açık olansın ya kapalı. Ortasını bulanların huzuruna erişemeyeceksin ve farkına bile varmayacaksın.
Ya kendi elinde eriyecek varlığın, ya da her gün gördüğün öbür kölelerin.
Yeraltından Notlar'ın İlk Cümlesi
Ben, içi öfkeyle dolu, hasta ve çekilmez bir adamım.
Bir yılı aşkın süredir edindiğim ve henüz kimseye söylemediğim bir huyum var. Ne zaman Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar kitabını bir yerde görsem, kitabı açıp ilk cümlesini okumadan duramıyorum. Farklı yayınlardan basılmış, farklı çevirilerle dile getirilen bu cümle beni her zaman çok düşündürmüştür.
Yazar bunun devamında bir karaciğer hastalığından bahsediyor olsa da ben bu cümlede -nedense- fiziksel sıkıntılardan doğan bir öfke ve çekilmezlikten, bir "hastalıktan" fazlasını buluyorum. Arkadaşımdan aldığım bir başka çevirisine de bakalım:
Ben mızmız, asabi, hastalık hastası, keçi gibi inatçı biriyim.
Elbette onca basımda karşılaştırdığım şey çeviri kalitesi değil; cümlenin büyüsü. Belki de ilk cümlesi bu olmasaydı ben bu kitabı hiçbir zaman okumayacak, hiçbir zaman yarım bırakmayacak ve hiçbir zaman baştan başlayıp tekrar yarım bırakmayacaktım. Evet, beni ilk cümlesiyle bile bu kadar etkileyen Yeraltından Notlar'ı ben iki kere yarım bıraktım. Peki neden bu kadar etkilendim?
Daha ilk satırdan yükselen yalnızlık ve melankoli kokusu bu cümleden çıkıyor da ondan. Hiçbir parfüm ve polen bu kokunun üstünü kapatamaz, Pan'ın keçi kokusundan bile güçlüdür yalnızlığın kokusu. Dostoyevski'nin mağarasının kokusu, yarattığı ve içinden çıkamadığı yeraltının kokusu burnumun direğini kırıyor. Bende yalnızlığın sözlük anlamı haline gelen bu cümleyi farklı insanların farklı yorumlarıyla okumak, cümlenin kokusunu daha da ağırlaştırıyor. Çünkü hangi çevirmenden okursam okuyayım bu cümledeki duygu yoğunluğu kelimeleri asla terk etmiyor.
Bir gün bu kitabı yeniden elime alacağımı ve bu sefer sonunu getireceğimi biliyorum. Beni korkutan da bu. Tek cümlede yaraya tuz etkisi yaratan, bir yılı aşkın süre cümle üzerinde düşünmemi sağlayan Dostoyevski'nin, "incecik" bir kitapta üstümde bırakacağı izden korkuyorum.
20 Eylül 2019 Cuma
İnsanlığın Ölümü
Öldün sen insanlık.
Uzun zaman önce sapladılar hançeri göğsüne ve yıllarca can çekişmeni izledim. Yaranı temizlerken ağladım seninle, kanına karıştı gözyaşlarım. Acımadan vurdular seni insanlık. Sen ne kadar yıprandıysan o kadar zarar gördüm ben. Sana inen her darbe ruhumdan bir parça kopardı. Bugün öldün sen insanlık. Yüzyıllarca değerini bilmemiş bencil yaratıklarız biz ve şimdi sensiz kaldık. "Yiyin birbirinizi!" dedin ve sonsuza dek yumdun gözlerini.
Sanki küçücük şehirde bir bana zarar veriyor yokluğun. Herkes gülüp eğleniyor, kahkaha sesleri duyuyorum kaldırımlardan. Bugün bir cenaze eviyim ben ve gördüm ki merhumun başka seveni yokmuş. Merak etme insanlık, bir parçanı toprak ananın yüzüne bıraktım: Kokmaya başladı mı yokluğun farklı gözlerin yaşlarıyla sulanacaktır mezarın.
15 Eylül 2019 Pazar
Toplumun Zincirleri
Sıyrıldığınızı düşündüğünüz her görüşe o kadar bağlısınız ki aynı o görüşün fanatikleri gibisiniz: Bağlılığınızın farkında değilsiniz.
Farklı olduğunuza kendinizi inandırdınız ve toplumun düşündüğü her şeyin tersini savundunuz, doğrularınızı buna göre ayarladınız. Oysa bu doğrular sizin için o kadar yanlıştı ki zaman geçtikçe onlara "inanmak" sizi mahvetti. Mutsuz oldunuz, çaresizleştiniz. O gururla kurduğunuz muhalif cümleleri bir bir yutmak zorunda kaldınız çünkü artık eskisi gibi değildiniz, kendinize ölene dek yalan söyleyemezdiniz ve sırf bu yalanlarınız yüzünden çevrenizdeki dürüstleri mahvettiniz. Size tutunan insanlar vardı hayatınızda, sizi gerçekten seven ve benimseyen insanlardı bunlar. Yalancı olduğunuz için değil, yalancı olduğunuzu kabullenemediğiniz için kanattınız bu insanları. Sizi olduğunuz gibi kabul etmelerine izin vermediniz ve acı çektiniz. Ait hissetmediğiniz ama kalın zincirlerle bağlı olduğunuz topluma sığınırken, elinizden tutan insanların elini kırdınız. Yalnız kalmamak uğruna yalnız bıraktınız, bencilce davrandınız.
İşte bu yüzden yalnızsınız ve yalnız kalacaksınız.
Farklı olduğunuza kendinizi inandırdınız ve toplumun düşündüğü her şeyin tersini savundunuz, doğrularınızı buna göre ayarladınız. Oysa bu doğrular sizin için o kadar yanlıştı ki zaman geçtikçe onlara "inanmak" sizi mahvetti. Mutsuz oldunuz, çaresizleştiniz. O gururla kurduğunuz muhalif cümleleri bir bir yutmak zorunda kaldınız çünkü artık eskisi gibi değildiniz, kendinize ölene dek yalan söyleyemezdiniz ve sırf bu yalanlarınız yüzünden çevrenizdeki dürüstleri mahvettiniz. Size tutunan insanlar vardı hayatınızda, sizi gerçekten seven ve benimseyen insanlardı bunlar. Yalancı olduğunuz için değil, yalancı olduğunuzu kabullenemediğiniz için kanattınız bu insanları. Sizi olduğunuz gibi kabul etmelerine izin vermediniz ve acı çektiniz. Ait hissetmediğiniz ama kalın zincirlerle bağlı olduğunuz topluma sığınırken, elinizden tutan insanların elini kırdınız. Yalnız kalmamak uğruna yalnız bıraktınız, bencilce davrandınız.
İşte bu yüzden yalnızsınız ve yalnız kalacaksınız.
12 Eylül 2019 Perşembe
Kırk Altıncı'nın Kutusu
Ben, gerçek yüzünü basit bir kutuda saklayan basit bir insanım. Hiç tanışmadım benliğimle ve hiç görmediniz onu, ikinci Kırk Altıncı'yı kimsenin tanımadığına eminim. Onun yüzünden küçüklüğümden beri "yabancıyım" sizlere. Şimdi anlıyorum. Ne zaman gülsem titriyor ya dudaklarımın kenarı, direniyor gerçek kişiliğim, maskemi atmam için. Yapamam, bu riski alamam. Şu halimle bile insanlara oldukça yabancıyken gerçek Kırk Altıncı'yı çıkaramam. Kutudan sızan hain fısıltılar bile yetiyor günümü mahvetmeye, ben hiçbir zaman ben olamayacağım. Çünkü benim kendimi bulmam demek, hayatımı kaybetmem demektir. Şimdiden sırat köprüsünde yürür gibi yaşıyorum. Kutu açılırsa, ben düşmeden bir adım atamam.
Korkarak ve saklanarak yaşıyorum hayatı biliyorum. Nasıl cehennem gibi yakıyor yalnızlık içimi, nasıl kemiriyor ruhumu içten ve nasıl anlatırım bunu size? Şu halimle bile terk ediliyorum gün geçtikçe.
Korkarak ve saklanarak yaşıyorum hayatı biliyorum. Nasıl cehennem gibi yakıyor yalnızlık içimi, nasıl kemiriyor ruhumu içten ve nasıl anlatırım bunu size? Şu halimle bile terk ediliyorum gün geçtikçe.
11 Eylül 2019 Çarşamba
Ritmini Yitirmiş Senfoni
Kulaklarıma dolan melodi gittikçe bozuluyor. Vaktinde duyup korktuğum ilk notalara dönmek için nelerimi vermezdim! Ölümün fısıltısını özleyeceğim aklıma gelmezdi, yaşamın şarkısıyla beraberim.
Dans ediyorum parmak ucumda, hayat nehri akarken bir taraftan, gözleri kapalı sallanıyor insanlar, ağırlıkları yokmuş gibi süzülüp duruyorlar, yüzlerine gülümseme görüyorum. Aynı melodiyi mi duyuyoruz acaba? Hiç sanmıyorum. Bak, bak şu genç oğlana! Nasıl hüzünle sallanıyor, kapalı gözlerinden yaşlar süzülüyor. Yanımda bir çift aşık, aynı ritimle, hafif adımlar atıyor. Biz değil ama onlar aynı şarkıyı duyuyor.
Herkesin bir şarkısı var bu hayatta ve ben kendiminkini kaybediyorum. Benim kulaklarıma kesik ve bozuk notalar ulaşıyor yalnızca. Kaybettim hayat müziğimi ve ölüm bile fısıldamıyor artık pas tutmuş kulaklarıma. Bir melodi duyar gibi yapmaktan vazgeçeceğim. Rol yapacak mecalim kalmayacak yakında.
9 Eylül 2019 Pazartesi
Yalnızlığın Yeni Boyutu
İçinde dört döndüğüm yalnızlığın yeni bir boyutuyla tanıştım bugün. En sevdiğim insan yanıbaşımdaydı. Bir zamanlar alırdı tüm acımı ve gerçek bir gülümsemeyle değiştirirdi. Şimdiyse alıştığım bir uçurum var aramızda. Hiçbir deprem yaklaştıramaz bizi birbirimize ve ikimizin de mecali yok aşağıda buluşmaya. Bugün yan yanaydık, karşılıklı oturduk uçurum kenarlarımıza ve kısa bir konuşma yaşadık bakışlarımızla. Yüzündeki gülümseme yeterdi önceden, aydınlanırdı tüm günüm. Bir insanlığın açtığı yarayı kapatırdı varlığıyla. Gitti bütünlük hissi, parça parçayım şimdi. Kalbimde boydan boya bir yarıkla geziniyorum, yalnızlığın yeni boyutunda.
Neden Van Gogh?
İnsan, dile getiremediklerini başka ağızlardan duymayı ister. Hissettiği yoğun duygular arasında yalnız olmadığını, dünyanın bir yerinde ve bir zamanında onun gibi düşünmüş ve hissetmiş biri olduğunu bilmek ister. İşte bu yüzden herkesin kendine çok yakın gördüğü, çok sevdiği en az bir sanatçı olmalıdır. Van Gogh, tam burada benim için devreye giren sanatçılardan.
Sık sık eleştirdiğim popüler sanatın elinde oyuncak olmuş tablosu "Yıldızlı Gece" ve "Kesik kulağı" ile tanırsınız onu. Oysa Van Gogh bundan daha fazlasıdır. Büyük yıkımları sanata çevirmenin sembolüdür Van Gogh.
Self-Portrait with Bandaged Ear
Hakkında okuduğum ve izlediğim birçok video-belgeselden aklımda kalan, beni etkileyen birkaç olaydan ve tablosundan bahsetmek istiyorum bugün.
Van Gogh, 23 Aralık 1888 gecesi kulağının bir kısmını kestikten sonra Arles'da bir merkezde tecrit odasına yerleştirildi. Vincent'in çevresinde bulunmuş insanlar akli durumunun stabil olmadığının bilincindeydiler. Vincent, tüm bu insanlara oldukça kaba davranmış ve çekilmez bir tavırla yaklaşmış. Onunla iletişime geçen herkes bu durumdan şikayetçi olunca Vincent'in bir yere kapatılması gerektiğine karar vermiş ve bu insanlar imza toplamıştır. Arles'da, polis kayıtlarında bunun için verilmiş bir dilekçe var ve dilekçede tam otuz imza bulunuyor. Bunun ne kadar üzücü olduğuyla başlamalıyım belki de. Yalnızlığın kıyısında gidip gelen, en yakını kardeşi olan bu adamın akli durumunun yerinde olmadığını bilip daha doğru yollarla yardımcı olmaya çalışmak yerine, imza toplayıp onu toplumdan uzaklaştırmaya çalıştılar. Başardıklarını da söyleyebilirim. Günümüzde de bu yapılmıyor mu bize? Tek farkı, bu dönemde izole olmanız için bir odaya kapatılmanız şart değil. Toplumdan koparılan herkes izole olmaya meyillidir. Bunu vaktinde Van Gogh'yu bir odaya kapatarak yaptılar, şimdiyse bizi kendimizle herkesin içinde yalnız bırakarak yapıyorlar. Ne kadar rezilce!
Van Gogh'nun kapatıldığı yer hakkında mektuplarında yer alan birkaç satırı ekleyelim: "Buraya kapatılan insanlar toplaşıp özgürce yaşamak için buranın uygun olmadığını başkana bildirmeliler."
Van Gogh giderken kendinden geriye 902 mektup bıraktı. Yapacağım tüm alıntılar bu mektuplardan olmakla birlikte, yakın zamanda izlediğim BBC'nin "Vincent Van Gogh: Painted With Words" belgeselinden de alıntı olacak. Vincent hakkında bilmediğim küçük şeyleri bu belgeselden öğrendim.
Vincent kendine uygun mesleği bulana kadar da uzun bir zaman geçiriyor. Sık sık seyahat halinde oluyor, farklı meslekler deniyor, uzun bir süre rahiplik bile yapıyor. Sonunda kendini elbette sanatta buluyor. Başladığı yere dönüyor diyebilirim. Rahiplik döneminde yaşadığı yükselmeler, ressamlık döneminde onu ayakta tutan verimlilik ve kardeşi ile çok sevdiği arkadaşı Paul Gaugin maalesef Vincent'i iyileştiremiyor. Bipolar bozukluk ve kronik depresyon teşhisi koyuluyor.
"Neden ölüm varken bu kadar eleme katlandığımı sizden saklamayacağım. Şikayet etmeden acı çekebilmek, bu hayatta öğrenilebilecek en büyük ders budur."
Vincent'in sık sık yalnızlık çektiğini de biliyoruz. Bu da beni onun hakkında düşünmeye iten çokça şeyden biridir. Duyduğu yalnızlığın sebebinin yalnızca psikolojik sağlığından kaynaklı olduğunu düşünmüyorum. Aynı zamanda çevresinde bulunan ve değer verdiği insanlar da Vincent'i oldukça hayal kırıklığına uğratmıştır. Bir zamanlar evini açtığı hamile fuhuş kadını Clasina Marina Hoornik ya da bilinen adıyla Sien bile, çocuğunu doğurduktan sonra Vincent'in ona sunduğu hayatı gerisinde bırakıp fuhuşa dönüyor. Vincent, yaptığı iyiliğin büyüklüğüne bakılmaksızın yine yalnız bırakılan kişi oluyor. Belki de Vincent, kendimde de gördüğüm gibi, insanlara hangi ölçüde değer vermesi gerektiğini ayarlayamıyordur ve bu yüzden çok acı çekmiştir, kim bilir?
"Yalnızlık... Bir tür çürüyüş. Bundan sadece bir başkası kurtarabilir."
Ayrıca sara krizleri geçirdiğini de bildiğimiz Vincent, krizleri sıklaşmaya başlayınca ispirto içip boya yiyerek kendini zehirlemeye kalkıştı.
En sonunda, 37 yaşındayken kendini göğsünden vurdu ve Theo yanındayken hayata veda etti.
Özellikle ilgimi çeken iki tablosu hakkında da konuşacaktım ama notlarımı buraya geçirmektense size tabloları inceleme fırsatı vermem daha iyi olur diye düşündüm. Şöyle:
Van Gogh'nun kapatıldığı yer hakkında mektuplarında yer alan birkaç satırı ekleyelim: "Buraya kapatılan insanlar toplaşıp özgürce yaşamak için buranın uygun olmadığını başkana bildirmeliler."
Van Gogh giderken kendinden geriye 902 mektup bıraktı. Yapacağım tüm alıntılar bu mektuplardan olmakla birlikte, yakın zamanda izlediğim BBC'nin "Vincent Van Gogh: Painted With Words" belgeselinden de alıntı olacak. Vincent hakkında bilmediğim küçük şeyleri bu belgeselden öğrendim.
Vincent kendine uygun mesleği bulana kadar da uzun bir zaman geçiriyor. Sık sık seyahat halinde oluyor, farklı meslekler deniyor, uzun bir süre rahiplik bile yapıyor. Sonunda kendini elbette sanatta buluyor. Başladığı yere dönüyor diyebilirim. Rahiplik döneminde yaşadığı yükselmeler, ressamlık döneminde onu ayakta tutan verimlilik ve kardeşi ile çok sevdiği arkadaşı Paul Gaugin maalesef Vincent'i iyileştiremiyor. Bipolar bozukluk ve kronik depresyon teşhisi koyuluyor.
"Neden ölüm varken bu kadar eleme katlandığımı sizden saklamayacağım. Şikayet etmeden acı çekebilmek, bu hayatta öğrenilebilecek en büyük ders budur."
Vincent'in sık sık yalnızlık çektiğini de biliyoruz. Bu da beni onun hakkında düşünmeye iten çokça şeyden biridir. Duyduğu yalnızlığın sebebinin yalnızca psikolojik sağlığından kaynaklı olduğunu düşünmüyorum. Aynı zamanda çevresinde bulunan ve değer verdiği insanlar da Vincent'i oldukça hayal kırıklığına uğratmıştır. Bir zamanlar evini açtığı hamile fuhuş kadını Clasina Marina Hoornik ya da bilinen adıyla Sien bile, çocuğunu doğurduktan sonra Vincent'in ona sunduğu hayatı gerisinde bırakıp fuhuşa dönüyor. Vincent, yaptığı iyiliğin büyüklüğüne bakılmaksızın yine yalnız bırakılan kişi oluyor. Belki de Vincent, kendimde de gördüğüm gibi, insanlara hangi ölçüde değer vermesi gerektiğini ayarlayamıyordur ve bu yüzden çok acı çekmiştir, kim bilir?
"Yalnızlık... Bir tür çürüyüş. Bundan sadece bir başkası kurtarabilir."
Ayrıca sara krizleri geçirdiğini de bildiğimiz Vincent, krizleri sıklaşmaya başlayınca ispirto içip boya yiyerek kendini zehirlemeye kalkıştı.
En sonunda, 37 yaşındayken kendini göğsünden vurdu ve Theo yanındayken hayata veda etti.
Özellikle ilgimi çeken iki tablosu hakkında da konuşacaktım ama notlarımı buraya geçirmektense size tabloları inceleme fırsatı vermem daha iyi olur diye düşündüm. Şöyle:
The Wheat Fields
The Night Café
Vincent Van Gogh, sürekli içine düştüğü, hatta içinden çıkamadığı o ruhsal dalgalanmalarda boğuluşunu sanatla bağdaştırmış, bana her zaman büyük bir ilham kaynağı olmuştur. İşte bu yüzden Van Gogh.
7 Eylül 2019 Cumartesi
Bir Cinayetin Şiiri
Unut!
Bir kış gecesi
Güzel bir gece, anımsıyorum her şeyini
Hoş, beyaz bir ten
Parıl parıl, nasıl da güzeldin,
Uyuyordun, ciddiydi ışıl ışıl yüzün
Batısındaydın küçük cumhuriyetimin
Unut!
Bir ilkbahar sabahı
Gözlerim yarı açık
Çaresizliğin avucunda harcanmış bir geceden
Yarı yaşar kurtulmuşum,
Bir zafer gibi görünmüş sana; ama
Ölmüş olmayı dilediğim bir geceden
Gözlerim açık sıyrılmışım
Büyük kayıplarla çıkmışım
Ayak bastım olduğun odaya ve gün aydı birkaç dakika için,
Yorgundu yüzün ama nasıl güzeldin
Belime doladığın kollarının inceliği sardı dört bir yanımı ruhumun
Ve boynundan sızan kokuyla sarhoş oldum
Unut!
Bir yaz günü
Seve seve okşadığım hoş dudaklar öldürdü umudumu
Ve dedim ki, aman yarabbi, bu ne hoş bir ölümdür,
Tanrının başyapıtının kurbanı oldu benim umudum,
Akan yaşlarım değdi ya dudaklarıma,
Hiç kızmadım, sana kızamazdım
Unut!
Bunu diyor umudumun vasiyeti
"Unut artık, bitti burada
Öpemezsin bir katili
Alkışlayamazsın ölüm sebebimi."
Belki de haklıdır merhum
Ama düşünmeden edemiyorum:
Böyle güzel bir cinayet,
Bir senin ellerine yakışır
Ve İlelebet payidar kalır dediğim cumhuriyetin,
Bana yalnız hayal kısmı yaraşır.
Bir Yabancının Dilinden
Ayılamaz oldum kederlerimden ve
acı içindeyim her saniye. Bu dünyaya ait değilim ben, sizin dünyanızın insanı
değilim. Hiçbirinizin olmazsa olmazı olamadım. Hiçbirinizin gözleri aramadı
benim gibi bir yabancıyı. Hiçbiriniz, hiçbiriniz gerçekten merak etmedi nasıl yaşadığımı. Bakılacak bir yüz değildi benimki ve bakmak istemediniz,
gözleriniz kapalı uzattınız elinizi. Neden uzattınız peki? Vicdanınızı
rahatlatmak için bir araçtım size. Ötekileştirmediğinize inanmak istediniz. Bana
da, insanlara da yalan söylediniz. Kahrolsun şu dünyaya adım attığım gün, ne
zehirli bir havaymış sizinki! Ciğerlerim yalnızca ızdırap doldu senelerce.
Gözlerim dolu dolu yaşadım, titreyen ellerimi küçük ceplerime sakladım. Ağladığım
görülmesin diye penceresiz odalarda yaşadım.
Ağladım,
kapının ardındaki gülüşlerinizi hayal ettikçe. Sızlanıp durdum duvarlara. Kalbimde
şüphe olmadan gülmek istedim hep. Gülmek ve acınası hayatımda her şeyi daha iyi
yapmak istedim. Dans etmek istedim sokaklarda belki, attığım adımlar özgürlüğün
sembolü olsun istedim. Onun yerine parmak uçlarımda yürüyorum şimdi. Gölgeden
gölgeye atlıyor ve göz göze geldiğim insanlardan kaçıyorum. Sevilmedim ben asırlardan
beri. Merak ediyorum, nasıl bir şeydir birinin seni hayatında istemesi? Nasıl
olurdu acaba birinin kapılarını ardına dek açıp, bana “Hoşgeldin.” demesi?
Vazgeçtim
bunları anlatmaktan. Vazgeçtim güzeli arayıp durmaktan. Vazgeçtim beni
kurtaracak aşktan ve doğru insandan, insanlardan. Şimdi üç beş satırla
teselli ediyorum bir çift söze hasret dilimi. Yalnızlıktı benim tek dostum, onu
dahi çaldınız benden. Artık kimsesizim ben.
Altın Oran
Bir tesadüf olabilir bu evren düzeni,
Bu sicim ve görelelik teorisi
Bir kaostan meydana gelmiş olabilir tüm bu düzenli kanunlar
Bu karanlık madde ve yer çekimi
Onca şeye diyebilirim tesadüf,
Senin gözlerine diyemiyorum.
Nasıl ola ki bir kaos,
Yaratsın senin gibi ilahi bir varlığı,
Nasıl olur da amansız bir patlamanın çocuğu olursun sen?
Sanatsal bir dokunuş yok mudur yaradılışında,
Hiç mi tanrı eli değmemiş şu güzel ruhuna?
Michelangelo görmüş
Kaba mermerde meleği:
Tanrının yonttuğu mermer sensin.
Yol Göstermesin Kutup Yıldızı
vazgeçmiş bir ruhun gözleriyim,
görüyorum gözlerindeki gizli yaşları
sakladığın her acıyı,
söylediğin her yalanı.
senden fazlasını bilecek değilim;
ama görüyorum içindeki yarayı
geçmişin tozlarından iltihaplanmış,
geleceğin korkusundan kaşınıp durmuş,
şimdinin yazgısından kanayıp duran
anıları,
hepsini görüyorum üzgün gözlerinde
sen bilemezsin, ne çok şey anlatır bir
bakışın
binlerce kelimenin altında eziliyorum.
birbirine karışmayan, iki ayrı denizse
gözlerin,
ben yüzme bilmiyorum
kendi gözlerimi kapattım,
ihtiyacım yok onlara,
senin gözlerinle görüyorum.
vazgeçmiş bir ruhun bedeniyim,
buz tutmuş her yerim,
kutuplardan soğuk, yakıcı kederlerim
defterler arasında el sallıyor,
hain, sinsi bir gülümsemeyle yüzünde
hayır, hayır
görmek istediğim varlıklar bunlar
değil,
bana dair bir şey istemiyorum artık!
bırakın, tutuşsun her yerim,
erisin tüm buzullar,
yol göstermesin kutup yıldızı!
bana onun gözlerini getirin,
size en sıcak kışı bahşedeyim,
size acı nedir, göstereyim
bana onu getirin,
belki kutbu bulamam yıldızım olmadan
ama biliyorum,
benim yolum, onun ayak izleriyle
döşelidir.
Aramızdan Birinin Biyografisi
Sabırlıydı.
Yıllarca
elde etmek istediği şeyleri, bir kere bile yakınmadan bekleyecek kadar
sabırlıydı. Yüzünde hoş bir gülümsemeyle dolaşırdı. İnsanları güldürmeyi
başarırdı. Sevdiği insanlara sevgisini olduğunca hissettirmeye çalışır,
herkesin elinden tutardı. Neşeliydi, sevimliydi, saygılıydı ve iyi bir
dinleyiciydi. En azından arkadaşları onu böyle tanımlardı.
Onun
yazılarında ise bunların tam tersi okunurdu. Sabırsızım, derdi kendine.
Beklediği şeyleri yeterince beklemediğini düşünür, elde edemediği şeyler için
kendini suçlar dururdu. Yüzünde bir imza gibi taşıdığı gülümsemeden ve
insanlara attırdığı kahkahalardan iğrenirdi. Çoğu zaman kahkahası, aklında
yankılanan korkunç kabuslardan ağzına tıkılır; o ise bunu belli etmemeye
çalışarak susan kahkahasını bir gülümsemeyle kapatırdı. Sevdiği insanlara
gösterdiği sevgi ona ya çok fazla ya da çok az gelirdi. İki türlü de gösterdiği
sevginin karşılığını alamamak onu yıpratır, insanların elini buruk bir
gülümsemeyle tutardı. Neşesiz ve mutsuzdu, çirkindi, saygılı değil suskundu ve
biri konuşurken sık sık küçük dikkat dağılmaları yaşardı. Konuşan kişinin
hikayesinde oluşan boşluklardan rahatsız olur, bu yüzden kendine çok sinirlenirdi.
O da kendini böyle tanımlardı.
Herkese
küçük gelen dünya onun içinde büyür dururdu. O, bu koskocaman kürenin üstünde
yürüyüp duran, değersiz bir böcek gibi hissederdi kendini. Dünya ona tek başına
bir evren gibi gelirdi; nefesini daraltır, onu göğüs kafesine hapsederdi.
Kendini tıktığı bu hapishaneden kimsenin haberi olmazdı. Kafesin parmaklıkları
üstüne gelmeye başladığında yerinde duramazdı. Yalnız kalmak isterdi, yalnız
kalmak zorunda hissederdi. Kimsenin önünde ağlamazdı, gerçek ve yürekli bir
hapishane mahkûmu gibi, ziyaretçilerine hep güçlü görünürdü. Oysa parmaklıklar
sıklaşmaya başladığında, onu bir başına ve çığlık çığlığa bulabilirdiniz, eğer
arasaydınız.
Kimseye
gördüğü kabuslardan bahsetmedi. Gittikçe kötüleşen ve çoğalan uyku fragmanları yavaştan gerçek hayatını da etkilemeye
başladı. Hiçbir zaman bu görüntülere göre mi hareket ettiğini yoksa rüyaları
gerçekten olacak şeylerin habercisi miydi, bilemedi. Ama rüyalarında karşısına
çıkan, korktuğu şeyler, gerçek hayatında da karşısına çıkmaya başladı. Bir deja
vu yaşar gibi üstünden geçti tüm kabuslarının. Kimsenin haberi olmadı.
Ölüm
çanları hiç beklenmedik bir anda çaldı. Önce çanıyla kendini duyuran ölüm,
öğleden sonra onun evine de uğradı: Hayatında ilk defa biri nefes almayı
bırakarak terk etmişti onu. O hep ölümü soğukkanlılıkla, doğanın bir parçası
olan yaşamı kucaklar gibi kucaklayacağını düşünürdü; ama öyle olmadı. Kanı bir
cadı kazanına boşaltılmış, saatlerce ateşe maruz kalmış gibi sıcacıktı,
yanıyordu. Damarındaki artık kan değildi, bir kara büyünün en önemli
malzemesiydi. Yine de ağzını açıp bir şey demedi. Dudaklarının arasından bir ah
bile çıkmadı.
Onca
şeyden sonra, kendine dair düşünceleri şaşırtıcı bir şekilde düzelmeye başladı.
Aynada gördüğü kişiye içtenlikle gülümsediği birkaç sabahı oldu, bu onu çok
şaşırttı. Kahkahası kendi kulağına geldiğinde iğrenmedi ve bu onu oldukça mutlu
etti. Kendinde güzel şeyler gördüğünü düşündü, çevresindekilerin var olduğunu
söylediği şeyleri gördüğünü düşündü. Bu iyi günler, olduğu gibi çevresindeki
insanlara da yansıdı: En sevdiği insanların gözlerine neredeyse yerleşmiş
hüzün, arada bir terk eder oldu. O ise bunun tadını çıkardı; ama içinde yaşayan
tilkiye de kulaklarını tıkamadı: “Her şeyin bir sonu vardır, hiçbir şey aynı
kalmaz.”
Tilki
haklıydı. Düzelen her şey, eskisinden de kötü oldu. Dünya birden daha da büyüdü
ve göğüs kafesi gittikçe daralmaya başladı. Parmaklıklardan birini boğazının
etrafında hissetti. Aklında yıllardır konaklayan tilki, tüm zihnini ele geçirdi
ve her şey alt üst oldu. Tilkinin kuyruğu beyninin tüm kıvrımlarını sarmış,
gözlerine korkunç bir oyunun ilk perdesini yerleştirmişti. Bu oyunun sahnesini
her gece gözyaşlarıyla yıkadı. Kimsenin haberi olmadı.
Sevgisizlik
günlük hayatının bir parçası oldu. “Herkes yalan söyler.” dedi tilki ve onun
inanmaktan başka yapacağı hiçbir şeyi yoktu, inandı. Sevdiği insanlar gittikçe
uzaklaşır gibi göründü gözüne, hepsi teker teker çantasına koydu bir zamanlar
ona verdiği sevgiyi. Bu onu korkuttu. Vedasız bir terk edilişti sanki bu.
Kimseye ihtiyacı olmadığını biliyordu ama sevdiği kişileri yanında istiyordu,
bunun ihtiyaçla ilgisi yoktu. Böylece kendini unuttu ve insanlara odaklandı.
Sevdiği insanlarla güldü, sevdiği insanlarla ağladı. Tilki hiç yokmuş, hiç
olmamış gibi yaşadı; bunun sonucu daha ağır oldu. Tilki bir zehir gibi yayıldı
tüm vücuduna. Sevgisizlik hissi gittikçe büyüdü ve boynuna dolanan parmaklıktan
daha çok acıttı canını. Kimsenin haberi olmadı.
Kimse
çürüyen, hastalıklı aklını okuyamadı. Kimse gözlerinde dönen oyunu görmedi.
Sevgisizlik gittikçe büyüdü ve hızla büyümeye devam eden dünyayı kapladı. O ise
hiçkimseyi suçlamadı. Defterine şunları yazdı: “Faili meçhul bir cinayet değil
bu ve ben de Jane Doe değilim. Aramayın katilimi, ben içimin kurbanıyım.”
Kimsenin haberi olmadı.
Krık Altıncı'dan Son Günaydın
yorgun düştü
parmaklarım,
bu ne demek bilir
misin?
aydın günlerden
umudu kesmişim
karanlığa
hoşgeldiniz dostlarım.
00.54
gözlerim
tamamen açık. yaşlanmışım yorgunluktan, hissediyorum. artık aynaya bakınca
tutkun, gençlik ateşiyle yanıp tutuşan bir hanımefendi görmüyorum; gözlerinin
feri kaçırılmış, hayata dair tüm umudu alınmış, belki ellisine dayanan bir
ruhla baş başa kalmış bir beden görüyorum. hafif kambur bir sırtı var bu
bedenin, yıllardır taşıdığı hain tilkiler ağır gelmiş olmalı, dışına da vurmuş
acıları.
1.30
gözlerim
tamamen açık. artık başım da ağrıyor. dudaklarımı kemirip durmuşum istemeden,
yanıyor. dünü düşünüyorum, akşam üstünü. nasıl güzel kahkaha atmıştım, nasıl
güzel gülmüştüm arkadaşımın sözlerine. belli, gurur duymuşum ıslak dudaklarımın
arasından çıkan sesle. şimdi aynı dudaklar kurumuş, bir damla su için yalvarır
hâlde.
3.26
gözlerim
yarı açık artık, başımın ağrısı artıyor. uyumamak için direnmiyorum, yemin
ederim. sanki yıllardır hiç dönüp bakmamışım kendime, birden kafama dank etmiş
“ben” diye birinin varlığı, ne yapıyor diye kontrol edesim gelmiş. uyku haram
bana, biliyorum. uyku her zaman haramdır benim gibilere.
4.13
gözlerim
yarı açık, bedenim tiril tiril titriyor. uykusuzluktan mı böyleyim yoksa anılar
ağır mı geliyor? yanımda telefonum, arkadaşlarım bir tuş ötemde duruyor. kime
yazsam bu saatte, kim beni bekliyor? kim, niye beklesin beni? uzanan elim,
kendi kendine geri iniyor yastığımın üstüne. işte ilk gözyaşı o zaman düşüyor.
4.50
gözlerim
yanıyor. komşular rahatsız olmasın diye avuç içime saklamışım çığlıklarımı,
boğazım yanıyor. ne acı, diyorum kendi kendime. ne acı! şimdi içim içimi yiyor;
ama sabah ruhsuz bir suratla açıp kapıyı, (gün ışığını görür görmez gülerek
elbette) yürümem gerekecek. bilir herkes: yalan yalnızca ağızdan çıkan
kelimelerle söylenmez. bir insanın gülüşü en büyük yalan değil midir?
5.10
gözlerim
artık dayanamıyor. uyumuşum bir yirmi dakika; ama dedim ya uyku haramdır bana.
peşimi bırakmıyor rüya alemi. geçenlerde sevdiğim kim varsa sızmış
bilinçaltıma. neden terk ettiniz, neden tutmadınız kolumdan ve çarpmadınız
tokadınızı yüzüme? ben istemedim bunu, ben değilim suçlusu bunların.
5.13
hayır,
hiç gerek yok sizi suçlamaya. ne kaybettiysem ben, kendim, kaybettim. benim
hatalı, benim hayallerimi giyotinle dost eden. özür dilerim hepinizden.
7.00
günaydın.
uyumak
istiyorum,
ve bir
daha uyanmamak belki de
bugün
günışığı görmek istemiyorum,
umut
dolu değilim,
artık aşkı aramıyor bedenim
tilkilerim
peşimi bırakmayacak, biliyorum
tilkilerle
yaşamak istemiyorum.
artık
gözlerim kapalı kalsın istiyorum.
son
günaydın olsun bu benden size,
artık
gün aysın istemiyorum.
10 Nisan 2019 Çarşamba
Kırk Altıncı Senfoni'nin İlk Notaları
Günaydın, kulağıma çalınan bir melodiyle uyandım bugün.
Ölümün sesini duymuş gibi oldum. Bugün beni yaşama, ölüm döndürdü sanki.
Bir şeyler değişti kafamda ve iyiye işaret değil bu. Dünya sıkıştırırken beni kendi göğüs kafesime, anladım ki değişmeli bir şeyler şu küçük hayatımda. Belki daha da yazmalı, belki daha da okumalıyım. Ya da kimsenin duymadığı bir ülkenin, faili meçhul yöneticisi olmalıyım.
Yani kaçmalıyım.
Kaçmayı seçtim.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)




